7 Haziran 2014 Cumartesi

çünkü yaz aslında hüzün taşır

ve bu yaz beklediğim gibi geçmeyecek -yine- dostum. kendimi sık sık, o içimi hüzünle sıvayan salkım söğüt ağacı altındaki bankta bulacağım. vakit vakit de üstümden süzülen yalnızlığa karışacak gözümün yaşı. biliyorum.

yaz beklediğim gibi değil, olması gerektiği gibi geçecek. 

yedimilyarküsûrinsaniçindebileyapayalnızız. 

bir hangi köy kahvesinde, köşede öylece duran ve az biraz eski ve tahtaları yorgun ve kimsenin ilişmeyi aklına getirmediği, o soluk mavi sandalye gibiyim. 

organlarım yağsız kalmış sanki, içim gıcırdıyor. 
içim gıcır, gıcır, gıcır.. içimi kimse.
duymuyor. 

bu sabaha; göksel'in rüzgar'ıyla başlamamalıydım dostum! 
çünkü sonrası daha fena geldi.
erkin koray- hayat bir teselli ile kulağımdan paslı bi şırıngayla can'ıma okudu tüm gün! 

etlerim acıyor bu yoksunluktan. 
kelimeler iyi geliyor. ama. kelimeler,
yetmiyor. 

bu yaz geçen birçok yaz'dan
bu yaz otuz yaş'a adımın ağırlığıyla
bu yaz herkesden uzak 
bu yaz kendime daha da yakın
bu yaz her şeye yabancı 
bu yaz mai'ye bin kere daha vurgun
bu yaz içim bungun
bu yaz
beklediğim gibi değil, 
olması gerektiği gibi geçecek -yine-. 

haziran/yedi/ikibinondört 22:07

4 Haziran 2014 Çarşamba

vincit omnia veritas! 

31 Mayıs 2014 Cumartesi

00:17

"..bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
caıimla besliyorum şu hüznün kuşlarını 
sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
yokluğun gayri şuradan şuraya geldi
bir günler şölenlerle egemen ülkende
şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
n'olur ağzından basşayarak soyunmaya
bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
çık gel bir kez daha yıkıntıilardan
çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat."

beynim dönüyor, aklım tutmuyor bu gece, bu şiirle. 
bunca yalnız insan olup da, nasıl bunca yalnız kalıyor insan şaşkınım.! hüznüm bile benden bezgin, yetmiyor artık, bu yanık kokusu üstüme sinmiş yoksunluğa..

 

24 Mayıs 2014 Cumartesi

hiçbir gürültüye tahammül edemiyorum artık. gürültülü müziğe, yüksek sesli televizyona, yüksek perdeden konuşan insanlara, bağıra çığıra oyun oynayan çocuklara.. hiçbirine. 
yaşıtlarım neredeyse haftanın üç günü daima gidecek bi canlı müzik, bar ya da club kapısı arayıp dururken, ben sürekli sessiz, sükûn köşeler arıyorum ya okuyacak, ya yazacak veya bi parça sessizce öylece duracağım. 
elimde değil, bu bünye de bu! 

belki zaten ezelden beri club, bar muhabettine ısınamadığımdandır. 
belki doksan gün kadar sonra otuz olacağımdandır. 
ya da belki de, kafamın içi yeterince gürültülü olduğundandır.. 

tek emin olduğum, bu ruh halini o ruh haline tercih ettiğim. 
ve o güzel şairin, şirazemi kaydıran şiirinde dedikleri geliyor aklıma; 

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada 
içlerine çöküyor inandığım bütün insanlar
çiçek adları verilmiyor artık sokaklara
devrim şarkılarını çoktan unuttu meydanlar
yüreğin yağmura karıştığı yerde
içimi acıtan ne çok şey var

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
gözlerini gözlerimden kaçırarak konuşuyor insanlar
sahipleri adreslerinde bulunamadığı için
postacılar aşk mektuplarını çöpe atıyor 
su içmeye indiğinde gece
katiller beyaz atlara biniyor
bağıran arabalara sarhoşlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
Karagöz’le Hacivat’ı şarkıcı sanıyor çocuklar
martılar çöplüklerde yiyecek arıyor
yalnız kadınların ağladığı oluyor otobüslerde
herkesi kurşunluyor kızgın adamlar
içi sıkıldığında avazı çıktığı kadar bağıramıyor insan 
açık pencerelerden bile

beni bu kentten götür diyorsun 
çünkü burada
burada 
aşık olamıyorum 
ister inan ister inanma! 
                       
ama sen inan bana ve anla. ben kendimi anlatamam sen anla, kimse anlamazken bile sadece sen anla.. 
ve gidelim bu kentten. el ele, güney'e daima güney'e! bu kadar şehir varken bu ülke'de, buluruz illa sükûneti yüklenmiş bi kıyı ruhumuza göre.. 

mayıs/yirmidört/ikibinondört 


20 Mayıs 2014 Salı

yeterdi

bir kalem, bir kağıt, bir de sen olsan.*




16 Mayıs 2014 Cuma

16:10

Mayıs madem ısıtmaya başladı, o vakit balkonda oturup mahallenin sakinliğine kendini bırakıp kitap okuma zamanıdır artık. elimde yine bi Sait Faik kitabı, Sarnıç'ı okuyorum. içeriden Birsen Tezer'in sesi önce bana çarpıyor, benden de caddeye yayılıyor. şöyle etrafa bakayım diye kafamı kaldırınca uçup gelen ve yolüstündeki bi direğe usulca konup güneybatı'ya -hâlâ- öylece durup bakan martıya takıldı gözlerim. 
her-her şeye rağmen öyle tarifsiz bi 
güzelliği var ki yaşamın. tarifsiz! sağ yanımda duran ve her rüzgarda içime dolan yaseminin kokusunu mesela nasıl tarif edebilirim ki?

martı hâlâ güneybatı'ya doğru sessizce durmuş bakıyor. 
içeriden o güzel kadın söylüyor; yaşıyor muyuz? unutacak mıyız? ya da çığlık çığlığa, çığlık, çığlık çığlığa! 

her-herşeye rağmen içimde çığlık çığlığa bi yaşama duygusu!

mayıs/onaltı/ikibinondört 

13 Mayıs 2014 Salı

s.26

"..İki yıl sonra, üniversiteyi bitirdiğimiz yaz, bir akşam Yeni Güneş'te rakı içerken, "Çocuklar," dedi Şahin, "ben haftaya Fransa'ya gidiyorum!" Bunun çok daha uzak, uzun yolculuklar için basit bir ilk adım olduğunu bilmiyorduk elbet o zaman, ama yine de şaşkınlıklar içinde kaldık. "Ne oldu yahu sana?" dedik.
"Kafana bir şey mi düştü?" dedik, açıklayamadı. 
Aramızda anlaşmış gibi, bu konuyu bir daha hiç konuşmadık. Aradan otuz yıl geçti, ne oldu da Şahin seyyah oldu, hâlâ bilmem. Bildiğim şu ki, Şahin Patagonya'ya gider, ben deve tabanı sularım, o Avustralya'ya gider, ben kedi beslerim."